Yıllar geçiyor, fakat geçmeyen, değişmeyen o kadar çok şey
var ki. Bunlardan en önemlisi bizim memleket. Geçtiğimiz hafta sonu, usta
gazeteci, rahmetli Nail Güreli’nin Onuncu Ses kitabını okudum. Düz yazılarını
topladığı kitapta Güreli, Türkiye’nin basınından işçi sınıfına, demokrasisinden
eğitim sorunlarına, politikasından hukukuna kadar birçok konuya değiniyor.
İlhami Soysal’ın “Babıali’nin Karıncası” dediği Nail Güreli, döneminin güncel
sorunlarına o kadar ilgiliymiş ki, kalemini popülariteden değil, halktan,
haktan, emekten ve gerçek gazetecilikten yana kullandığı yazılarında hemen
anlaşılıyor.
Güreli “Okumak/Okutmak” başlıklı yazısında şöyle diyor: “Türkiye’de yeteri kadar kitap
okunmamasının bugüne değin ortaya konmuş bir sürü nedenini bir yana bırakalım:
Kitap pahalı, daha doğrusu kitap pahalı değil de, geçim sıkıntısı içindeki
geniş kitlenin kitaba ayıracak parası kalmıyor. (Ya hızlı zenginler? Onların
zaten kitapla ilgisi yok)… Siz hiç sağcı basında solcu bir kitaptan, solcu
kalemlerin ucunda sağcı bir eserden söz edildiğini gördünüz mü? Bırakın
sağcısını solcusunu, yazın dünyasında bir bölüm yazar ve eleştirmen için başka
bir bölüm yazar ve eleştirmenin yok sayıldığını dikkatli okurlar bilir.”
Sahi, Nail Güreli sanki bu yazıyı 1988 yılında değil de, şu
anda yazmış gibi gelmiyor mu size de? Farklı düşüncelere ait her kesim
kendileri için yarışmalar düzenliyorlar, festivaller, ödül törenleri, yayınlar,
vb. bir sürü şey yapılıyor ancak kimse kendi düşüncesinin dışında birinden
olumlu bir tek söz etmiyor.
Başka bir örneğe ne dersiniz?
Güreli’nin “Bölücü Eğitim”
başlıklı yazısında şöyle bir yer vardır:
“Okul yönetiminin
işleri çekip çevirebilmesi için siz velilerden istediği yüz bin liralarla
ölçülen, hatta milyonlara kadar varan “bağışları” verebilenlerden misiniz, veremeyenlerden
misiniz? Verdiyseniz, okul yönetimiyle ilişkileriniz iyidir. Veremediyseniz
tedirgin tedirgin ne olacağını düşünüyorsunuzdur.
Okul müdürüne
kızmanın, adamı haraç almakla suçlamanın hakça bir davranış olmadığını da
biliyor olmalısınız… Asıl kızacağınız, okullara para ayırmayan siyasal
yönetimdir, bu işin başındaki adamdır. Koskoca devletin bütçesinden milli
eğitime yüzde 8.5 pay ayırırsanız, bu iş elbet yürümez.”
Bu yazı ne kadar yakın geldi bize değil mi? Her sene okullar
açılırken haber kanallarından sık sık duyduğumuz sözler bunlar. Meğer 30 sene
öncede bu işler böyleymiş, hiç değişmemiş.
Gelin birazda politikadan dem vuralım.
Nail Güreli, “Silahlı Eylem Mi, Hukuk Tartışması mı?”
başlıklı yazısına şöyle başlıyor:
“DİKKAT ediyor
musunuz, ne zaman ortalıkta bazı konular tartışılır olsa, hele hele ANAP
iktidarının yediği nanelere karşı biraz sert çıkılsa, hemen ardından bir korku
salınıyor topluma:
- Aman rejim elden
gidiyor. Anlayışlı, hoşgörülü olalım, filan da falan.
- Sağduyulu davranalım.
Hukuk tartışmalarıyla demokrasiyi yıpratmayalım. Estek de töstek.
Neymiş demokrasiyi
yıpratan?
ANAP iktidarının
hukuk tanımaz anlayışına karşı hukuku savunmak…
Hukuku savunmak el
bombası atmak mı?
Hukuku tartışmak
Kalaşnikof kullanmak mı?”
Nedendir bilmem, bu kısacık yazı da bana bugünlerde
yaşananları anımsattı. İktidara karşı yapılan en ufak eleştirinin “bölücülük”
olduğu, hukuktan bahsetmenin “fetöcülük” görüldüğü, özgürlükten konuşmanın
“vatana ihanet” sayıldığı, hak istemenin “nankörlük” bilindiği şu günler,
rahmetli gazeteci Nail Güreli’nin tarif ettiği 1987 tarihine ne kadar da
benziyor.
Peki o halde, birazda basın hayatından konuşalım. Nail
Güreli, “Aynaya Bakın, Aynaya” başlıklı yazısının bir kısmında şöyle diyor:
“Liberal hükümetimiz
resmi dairelere, kamu kuruluşlarına genelge üzerine genelge gönderiyor, sakın
gazetecilere bilgi vermeyin, haber sızdırmayın diye.
Devlet memuru
kimliğini taşıyan herkesin kendi mesleğiyle ilgili demeç vermesi, basına bilgi
aktarması da yasak.
Gazetecinin haber alma
olanakları “resmen” ve alenen böylesine kısıtlanmışken, sansüre ne gerek kalır
ki?
Geriye ne kalırsa
yaz. Ayşe’nin aşkını yaz, Fatma’nın kocasını yaz. Ama Zeynep’inkini yazdın mı,
yine basın tu kaka!.. “Ah, bir sansür olsa da şunları yazdırmasak” gibi 80 yıl
öncesinin bencil kıvranışları…
Siz onu bunu bırakın
da, doğru ve dürüst haber istiyorsanız, resmi kişilerin başına her an ve en
hızlı biçimde doğru ve dürüst bilgi vermesini engelleyen yasakları kaldırınız.
Toplumun haber alma hakkına ve özgürlüğüne konan kısıtlamalara son veriniz”.
Çok haklı değil mi? Güreli, yine yıllar öncesinden bugünü
anlatıyor. Daha doğrusu o, yaşadığı zamanları anlatıyor ancak, yaşananlar bir
türlü Türkiye’de değişmiyor. Bugün basın özgürlüğünün, düşünce ve fikir
özgürlüğünün ayaklar altına alındığı, gazetecilere demeç vermenin, kamu
yararına bilgi aktarmanın suç sayıldığı, bol bol gazetecilerin yargılandığı bir
dönemdeyiz. Fakat bu durum, eskiden de böyleymiş, hiç değişmemiş.
Son örnekte Güreli’nin “1 Mayıs Kanı” başlıklı yazısından
olsun.
“ÖNÜMÜZDE 1 Mayıs’ın
ertesinde bizim Milliyet’te yayınlanan fotoğraf var: Bir değil, iki değil, üç
değil; beşi polis ikisi bekçi tam 7 güvenlik görevlisi(!) bir gencin başına
üşüşmüş; hırsla, var güçleriyle genci copluyor, tartaklıyor. İşçi mi, öğrenci
mi olduğu anlaşılmayan genç, eğilmiş, elleriyle kafasını bu acımasız
darbelerden korumaya çalışıyor.
Daha başka
fotoğraflarda topluluğun üzerine polislerin ateş edişi ve kafasına yediği
kurşunla kanlar içinde yere serilmiş 18 yaşındaki marangoz çırağı Mehmet Ali
Dalcı görülüyor…
EMNİYET yetkilileri
polisin kendini korumak için ateş açtığını öne sürüyor. İnsaf edin, elleriyle
kendi kafasını korumaya çalışan gencin üzerine saldıran 7 güvenlik
görevlisinden hangisinin hayatının tehlikede olduğunu, o fotoğrafı görenler
söylesin. Böyle laflarla halka güven verilmez; o fotoğrafta yüzleri ve
dolayısıyla kimlikleri açık seçik belli olan güvenlik görevlilerini
kulaklarından tutup yargı önüne çıkarmak toplum vicdanındaki dehşeti ve
güvensizliği ancak hafifletebilir.”
Bu yazı ise bana, polisin biber gazı fişeği ile başından
vurularak öldürülen Abdullah Cömert’i, polis dayağına dayanamayarak ölen Ali
İsmail Korkmaz’ı, polis kurşunuyla öldürülen Ethem Sarısülük’ü, polisin gaz
fişeği ile başından vurulan, 269 gün komada kaldıktan sonra hayatını kaybeden 14
yaşındaki Berkin Elvan’ı hatırlattı. Polis, 30 sene öncede devlete değil,
kendilerini haklı çıkarmak için haklı ve masum insanları baskılayan iktidarın
polisiymiş.
Nail Güreli’nin Onuncu Ses kitabını okumak, memleketin
değişmeyenlerini anlamak demek oldu benim için. Yıllar geçiyor, insanlar
değişiyor, dünya gelişiyor, yeni icatlar yapılıyor, yeni binalar, yeni
uygulamalar, yasalar, kurumlar ve daha yeni bir sürü şey oluyor ancak bu
memlekette kafa hep aynı kafa kalıyor.
Nail Güreli'nin üzerinden 30 sene geçmesine rağmen, sanki bugünleri
anlatıyormuşcasına yazılmış yazılarının tazeliği değil burada önemli olan;
üzerinden 30 sene geçmesine rağmen bir arpa boyu yol gidememiş bir ülkenin acizliğidir,
farkında bile olunmayan.

Yorumlar
Yorum Gönder