2010 yılının Aralık ayıydı…
Önce Tunus…
İki hafta bile geçmeden Cezayir patlak verdi…
2011 yılının ikinci haftasında Lübnan…
İki gün sonra Ürdün…
Üç gün sonra Moritanya…
Aynı gün Sudan…
Aynı gün Umman…
Ertesi gün Yemen…
Üç gün sonra Suudi Arabistan…
Dört gün sonra Mısır…
Ertesi gün Suriye…
İki gün sonra Cibuti…
İki gün sonra Fas…
On gün sonra Irak…
Dört gün sonra Bahreyn…
Aynı gün İran…
Üç gün sonra Libya…
Ertesi gün Kuveyt…
İki gün sonra Batı Sahra…
Halklar ayaklandı. Meydanlar, günlerce insanların işgaliyle
doldu, taştı. Protestolarda insanlar öldü, öldürüldü. Bombalar patladı.
İstifalar, görevden alınan valiler, devlet başkanları, askerler… Yıkılan
hükümetler, kurulan örgütler, patlayan milyonlarca silah, asker sevkiyatı,
yaşanan insanlık dramı hat safhada, ölen çocuklar, milyonlarca mülteci,
Amerika’nın bir türlü getiremediği demokrasi, cirit atan ajanlar,
istihbaratçılar, algı operasyonları, medya propagandası, istismar edilen din,
hezeyana uğrayan insanlık…
Bütün bunlar sırasıyla, bu ülkelerde yaşandı. Bazıları
barışı sağlamış olsa bile, birçoğunda hâlâ iç karışıklıklar devam ediyor.
Orduların her an darbe yapacağı korkusu, diktatörlerin baskısıyla düze
çıkıldığı görüntüsü, Avrupa destekli terör örgütlerinin yeni ülke kurma
çabalarıyla iç içe girmiş, anlaşılması güç, anlatılması ve çözümü zor bir hâl
içinde şimdilerde bu ülkeler.
Adını “Arap Baharı” koydular. Oysa fırtınaydı. Fırtına, en
sert yanını Türkiye’ye gösterdi.
Çünkü Türkiye oynanan oyunun bir parçası olmaktan kaçınmadı.
İç kamuoyuna başka bir sahne göstermeye çalışarak kendini ateşe attı. Nasıl
mı?
Tarih: 1 Ocak 2014.
Jandarmaya yapılan bir ihbar, "Kırıkhan-Reyhanlı yolu
üzerinde bir TIR ve arkasındaki eskortluk eden Fiat Linea marka bir araçta
kaçak silah" taşındığını söylüyordu. Dönemin yetkili Adana Cumhuriyet
Savcısı Özcan Şişman'ın talimatıyla araçlar jandarmalar tarafından durduruldu.
Ancak TIR ve TIR’a eskortluk eden araçtaki kişilerin MİT personeli olduğu ve
TIR’larda bulunan malzemelerin devlet sırrı niteliği taşıdığı gerekçesiyle
TIR’lar aranamadı. Yola devam ettiler.
Tarih: 19 Ocak 2014.
Güvenlik güçlerine gelen ihbar, "Suriye'ye götürülmek
üzere içerisinde patlayıcı madde, silah ve mühimmat yüklü olan” üç TIR ve bir
araçtan bahsediyordu. TIR’lar ve araç dönemin yetkili Adana Cumhuriyet
Savcısı'nın talimatıyla jandarma ekipleri tarafından Sirkeli, Ceyhan gişesinde
durduruldu. Bu sefer TIR’lar olay yerinde aranmış ve TIR'larda "tıbbi
malzemeler içine gizlenmiş 6 çelik kasa içerisinde kilitli havan, roket başlığı
ve çeşitli cins ve miktarda mühimmat" bulunmuştu. Üç TIR'daki şoför ve
sekiz görevli kişi hemen gözaltına alındı. Gözaltına alınanlar MİT
personeliydi.
Yaşanan bu olay “MİT TIR'ları” olarak duyuldu. Aydınlık ve
Cumhuriyet gazeteleri olayı haber yaptı. TIR’lar, Suriye’deki cihatçı gruplara gidiyordu.
Devletin sırrı buydu. Soruşturmalar açıldı, iddianameler yazıldı, devletin,
terör örgütlerine silah ve mühimmat desteği verdiğini söylemek devletin sırrını
ifşa etmek sayıldı. Haberleri yapanlar vatan haini ilan edildi. Gazeteci Can
Dündar ve Erdem Gül tutuklandı.
Tarih: 27 Mart 2014.
Medyaya sızdırılan bir ses kaydı gündeme bomba gibi düştü. Sesler,
dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, MİT Müsteşarı Hakan Fidan, Dışişleri
Bakanlığı Müsteşarı Feridun Sinirlioğlu ve Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral Yaşar
Güler’in sesleriydi. Dört isim bir araya gelmiş toplantı yapıyor, Suriye’ye
karşı savaş açmanın gerekçelerini arıyorlardı.
Ses kaydında Hakan Fidan, "Gerekirse Suriye'ye dört
adam gönderirim. Türkiye'ye 8 füze attırıp savaş gerekçesi üretirim, Süleyman
Şah Türbesine de saldırtırız" diye konuşuyordu. Davutoğlu, "2012'de
yapmalıydık, cesur kararlar almalıydık" diyordu. Daha sonra Hakan Fidan,
"2 bine yakın TIR'la malzeme gönderdik" demesi; Yaşar Güler’in "Sayın
Bakanım bir general verelim dedik" diye konuşması ve bir generalin
gönderildiğini belirtmesi, Suriye savaşına girmek için ne büyük çabalar
verdiğimizi gösteriyordu.
Tarih: 29 Ekim 2014.
Habur Sınır Kapısı'ndan sabah saat 05.45 sıralarında uzun
menzilli top, zırhlı araçlar, lojistik silah yüklü kamyonların bulunduğu 80
araçlık konvoyla Türkiye’ye giriş yapan Peşmerge’ydi. IŞID ile savaşmak için
Kobani’ye giden konvoy, Türkiye üzerinden Suriye’ye girecek ve IŞID’e karşı
Kürt gücünü gösterecekti. Ancak Peşmerge’nin geçişi 29 Ekim Cumhuriyet
Bayramı'na denk gelmişti. Havai fişeklerle karşılanan Peşmerge konvoyu, "Yaşasın
Kürdistan", "Yaşasın YPG, PKK, YPJ", "Yaşasın
Peşmerge" sloganlarının atıldığı bir şova dönüşmüştü. Cumhuriyet Bayramı, yerini terör propagandasına bırakmıştı. Üstelik konvoy, Mardin-Urfa yolunda bir
tesiste mola vermiş, yemek yemiş, 979 lira hesap gelmiş, ücretini Şanlıurfa
Valiliği ödemişti. Koskoca devlet, YPG’nin imdadına koşan Peşmerge’nin yediği
yemeğin parasını ödüyordu.
Bu tarihlerde Suriye savaşı daha da ısınıyordu. Bölgede,
dünyanın her yanından gelmiş ajanların ve birçok devletin desteğiyle büyüyen savaş
dallanıp budaklanıyor, örgütler güçleniyor, Suriyeli siviller ülkelerini terk
etmek zorunda kalıyordu. Bir yanda IŞID, diğer yanda YPG, ÖSO ve Esat güçleri
Kuzey Suriye’yi parçalara bölüyordu.
Tam da bu tarihlerde Türkiye’deki Suriyeli mülteci sayısı 1,5
milyon civarındaydı.
Ve 24 Ağustos 2016’da Türk kuvvetleri, Fırat Kalkanı harekâtıyla
Suriye’ye girdi. Yedi ay süren harekât sonrasında dönemin Başbakan’ı Binali Yıldırım, operasyonun bilançosunu canlı yayında açıkladı. Operasyon kapsamında “600 ÖSO,
67 Türk askeri şehit olurken”, 3 bini aşkın terörist öldürülmüştü.
Ancak başka bir sayı daha dikkat çekici: Harekât sonrasında
Türkiye’deki Suriyeli mülteci sayısı 3 milyona yaklaşmıştı.
Aradan 10 ay geçti…
Türkiye, Suriye’ye yeni bir sınır ötesi operasyon yapma
kararı aldı. 20 Ocak 2018’de Zeytin Dalı harekâtı kapsamında Türk birlikleri Suriye
topraklarına girdi. İki ay süren operasyon sonrasında Raco ve Cinderes Türk ve
ÖSO güçleri tarafından ele geçirilmiş, 46 asker şehit olurken, 225 askerde
yaralanmıştı.
Zeytin Dalı Harekâtı sonrasında Türkiye’deki mülteci sayısı
3,5 milyonu aşmış, mültecilere 40 milyar dolar para harcanmış, Türkler ve
Türkiye Kürtleri ile Suriyeli mülteciler arasında sorunlar yaşanmaya
başlamıştı. Türkiye’de yaşanan her olumsuzluğun sorumlusu olarak Suriyeliler
görülüyor, yerel seçimlerde dahi etkisi rahatlıkla fark ediliyordu. Hükümetin
Suriye politikası, Ak Parti seçmeni tarafından bile ters tepmişti.
Eskiden olsa tarih tekerrür ederdi. Ancak bu sefer tarih
tekerrür etmeyecek, Ak Parti hükümeti ve “yönlendiricileri” tarafından
ettirilecekti.
Tarih: 9 Ekim 2019.
Barış Pınarı Harekâtı kapsamında Türk Silahlı Kuvvetleri, Suriye’ye
resmi olarak üçüncü defa girdi.
TSK’nın “bölgedeki terör koridorunu kırmak ve güvenli bölge
oluşturmak amacıyla” giriştiği harekâta karşılık Beşşar Esad yönetimi, "Suriye,
Türkiye'nin pervasız açıklamalarıyla düşmanca niyetlerini ve Suriye
sınırlarındaki askeri yığılmayı en güçlü ifadelerle kınamaktadır. Suriye, Türk
saldırganlığına tüm meşru araçlarla karşı koymakta kararlıdır" şeklinde
açıklama yaptı. Bu açıklama en açık haliyle “savaşırız” demekti ve öyle de oldu.
Suriye ordusu, Kuzeybatı Suriye’ye asker sevkiyatına başladı. Türk medyası “terör
gruplarıyla çatışmaların sürdüğünü” söylese de, çatışılan grup terör örgütü
değil Suriye ordusunun kendisiydi. Çünkü Suriye Arap Ordusu, Haseke kırsalı ve
tüm Suriye topraklarında güven ve istikrarı sağlamak için, Tel Temr beldesinin
kuzeybatı kırsalında 3 yeni köye girdiğini açıkladı. TSK da bu bölgedeydi.
Türkiye ve Suriye ordularının karşılaşması demek “Arap
Baharı” planının “Batı” için başarıyla sonuçlanacağı anlamını taşır. Türkiye, Barış Pınarı Harekâtı'yla, Kuzey Suriye’de oluşan terör koridorunu
temizlemeyecek, aksine ABD’nin yıkamadığı Esad’ı yıkacaktır. Bu düşüncenin
sebebi; Türkiye’nin Suriye konusunda şimdiye kadar açık ya da gizliden yaptığı
tüm operasyonlar, hükümet politikaları ve MİT TIR'larıyla ortaya çıkan “devlet
sırlarıdır”.
Şimdiyse ABD Başkanı'nın seviyesiz ama bir o kadar da
tehditkâr mektubuyla karşı karşıyayız.
Aynı zamanda Ankara’ya gelen Mike Pence ile yapılan görüşmeler
sahi ne kadar ciddi? ABD bütün bu çabayı niye gösteriyor? Daha fazla Suriyeli
ölmesin diye mi? Yoksa gerçekten Erdoğan ile Trump dostluğunun getirdiği bir fayda
mı bu? Ya da ABD demokrasisi Orta Doğu'ya gelmeye mi başladı? Elbette hayır. Fakat
niyet okuyamayız ama yapılan anlaşma gereği 120 saatlik “ateşkes” ya da “operasyona
verilen ara” bittikten sonra iki ülkenin davranışlarına göre ancak sebepleri
konuşulabiliriz. O zamana kadar beklemek ve izlemek en doğrusu!
Fakat bilinmesi gereken bir şey var ki; ABD bir işte kendini
toptan ortaya koyuyorsa bu hiç hayra alamet değildir. Çünkü yaşanan bunca
şeyin seyri neden birden değişsin ki? Üstelik mesele sadece Arap Baharı''nın
düşmeyen lideri Esat’ken.

Yorumlar
Yorum Gönder