Nurullah Ataç’ın Günlerin Getirdiği isminde bir kitabı
vardır. Nedendir bilmem, bu sabah aklıma ilk gelen bu oldu. Fakat şu vardığımız
zamanda günlerin getirdiğinden çok günlerin götürdükleriyle meşgul oluyoruz.
Günler, sanki 24 saatten düşmüş, azalmış gibiler. Günler, sanki ikişer ikişer
ilerliyorlar. Hatta bazı günlerin sabahları yok gibidir; öğlenden başlar. Bazı
günlerinse akşamı olmaz bu devirde. Güneşin doğmadığı, Ay’ın batmadığı günleri
yaşıyoruz. Yeşilin solmadığı, karın erimediği, mart ayında pazarlarda kirazın
satıldığı günler bu günler.
Hal böyle olunca insanı da bir başka oluveriyor bu günlerin.
Çocuğu başka yetişkini başka…
Dedemden dinlerdim eski günlerin halini. Günlerin gün olduğu
zamanları ondan öğrendim. O vakitlerin anlamı tam olmalarıydı. Günün gün,
gündüzün gündüz, gecenin gece olduğu zamanlardı o zamanlar. Hani şu 15’lik
20’lik gençlerin kütük sökmeye gittiği günlerdi o günler. –Pek meşhurdur bu
laf- İşte o günlerin insanı başkaydı. Tanırdı insanı. Halden anlardı. İnceydi.
Sanki çok yaşamış gibiydi o zamanların insanı. Sahi, 24 saati tam yaşamak mı
çok yaşamaktı yoksa eksik yaşamak mı çok yaşamaktı? Bunu ben bilmiyorum.
Şimdi düşününce günlerin götürdüklerini ne çok diyorum.
İnsanın kendini götürmediği kalmış bir tek. İnsanın gününden, anından, işinden
gücünden… Bugünler insanın ömründen götürüyor, kimse görmüyor. İnsanlar kendi
ömürlerinden çalıyorlar. Peki, bu da bir cinayet sayılmaz mı? Evet cinayet.
İnsanın kendi zamanından, kendi anından, kendi ömründen çalması; cinayettir.
Günlerin insana getireceği şeylere karşılık insandan götürdükleri de insanın
kendine gaspı olur. İnsan kendini gasp ediyor olur. Peki ya bunun cezası ne mi
olur? Onu da insan kendine veriyor zaten. Şu günlere alışıp, kendini günlerin
götürdüklerinin peşine takıp, eksik yaşayıp, eksik ölüp…
İşte insana kendisine yaptıkları için bir ceza: eksik ölüm.
En acısı da bu olmalı; Ne müebbet ne idam. İnsanın eksik
ölmesi, en ağır ceza.

Yorumlar
Yorum Gönder