Uzun
zamandır görmek istediğimiz İzmir için bir gece ani bir karar aldık. İzmit
otogarından Sabiha Gökçen Havaalanına giden hat 250 otobüsleriyle sabaha karşı
03.00 da yola çıktık. Uçağımız sabah 09.05 te olduğu için uzun bir süre
bekledikten sonra uçağın kalkış saati geldi. Yoğun bir kalabalığın içinde
uçağımızın anonsuyla beraber 206 B kapısında sıraya girdik, ardından uçaktaki
yerimizi aldık ve pistte kısa bir süre bekledikten sonra havalandık. Gökyüzünde
ki bulut denizi içinden geçerek, bir saat gibi bir sürede Adnan Menderes
Havaalanın da bulduk kendimizi.
Havaalanı
çıkışında bulunan ve İzmir’i bir ucundan bir ucuna “demir ağlarla” saran İzmir
metrosuna yürüdük. Halkapınar yönüne giden trene bindik. Yol boyunca tarihi
tren garlarının yerini modern metro istasyonlarının aldığını ve bildiğimiz
İzmir’in dışında başka İzmirlerin de olduğunu gördük. Kısa bir yolculuktan
sonra Alsancak’ta indik. Plansız, programsız ve randevusuz bir yere gitmenin en
güzel yanı yaşarken mecburi keşifler yapıyor olmaktır. Bizde aynı bu şekilde
gerçekleştirdiğimiz İzmir yolculuğumuz da her şeyi yaşarken keşfediyorduk.
Geceyi konaklayacak bir yerimiz olmadığı için Alsancak Gar’ından caddenin
karşısına geçip sahile doğru yürümeye başladık. Bu sırada telefonla bazı otel
ve kiralık dairelerin fiyat araştırmasını yapıyorduk.
Tarihi
Kordon boyunca İzmir körfezinin manzarası eşliğinde Konak’a kadar yürüdük. Bu
sırada saat 12.00’yi geçmiş ve biz hala yemek yememiştik. Ara sokaklardan
birinde bir kumrucu bulup hemen girdik. Meşhur İzmir kumrusunu da bu sayede
tatmış olduk. Bu arada garson arkadaşla ettiğimiz sohbet sırasında tanıdığı bir
otelden bahsederek bize tavsiyede bulundu. Bizde hemen iletişime geçerek
anlaştık ve geri dönerek Alsancak Gar’ının yakınlarında, ara sokaklarda, dubleks
adı altında, gecekondu tarzında ki bu evi 150 liraya tuttuk.
Akşam
olmadan eve yerleştik ve yeniden dışarı çıkarak Kordon boyundan Konak meydanına
doğru yürümeye başladık. Gençlerden çok emekli insanların daha aktif olduğunu
görmek açıkçası bizi şaşırttı. Nereye dönsek belli bir yaşın üstünde kadınlı
erkekli çok sayıda insan var. Köpeğini gezdirenler, balık tutanlar, el ele
dolaşan çiftler yüzümüzü oldukça güldürdü. Farklı bir tabloyla değil ama sıcak
bir tabloyla karşılaşmak bizi sevindirdi demek daha doğru olur.
Konak
meydanına vardığımız da darbukalı bir müzik grubu karşıladı bizi. İki darbukalı
erkek ve dans eden iki kadın kalabalığı etraflarında toplamış, oldukça da ilgi
görülüyordu. Az ilerideyse tarihi saat kulesi. 2. Abdulhamit’in tahta çıkışının
25'inci seneyi devriyesi nedeniyle 1902 tarihinde yapılan bu saat kulesi, İzmir’in
en güzel simgelerinden doğrusu. Ve saat kulesinin hemen arkasında bulunan daha
eski bir tarihe sahip olan Konak caminin, sekizgen yapısı ve çok küçük iç
hacmiyle kendini ağırdan satan naif bir duruşu var. Bütün meydanı dolduran ve
çocukların peşlerinde koşuşturduğu insan kalabalığı kadar çok olan
güvercinlerde tarihi meydanın en güzel süsleri olarak yaşamaya devam ediyor.
Meydanın üst
tarafında kalan Milli Kütüphane caddesi üzerinde ki bir restoranda gayet uygun fiyatlarda yemek yedikten sonra tekrar ayaklanıyor ve Kemeraltı çarşısına giriş
yapıyoruz. İstanbul’daki Eminönü’nün çarşılarını andıran bir görüntü karşılıyor
bizi. Taş döşeli yollar, sağlı sollu küçük çaplı dükkanlar, geçen herkese
ürünlerini bir hışımla sayan ve satmaya çalışan Kemeraltı esnafı… Çarşıyı
gezerken “Agora” tabelası dikkatimizi çekiyor ve takip ediyoruz. Birden bire
kendimizi üçüncü dünya ülkelerinin Pazar yerlerini andıran açık kasaplar, yerel
ürünleri satan tezgahlar, balıkçılar, yol boyunca akan kirli sular ve
bağrışmalarla karşı karşıya kalıyoruz. Daracık sokaktan geniş bir caddeye ve
tarihi Agora’nın önüne çıkıyoruz. Saat 17.00’yi geçtiği için kapalı olmasından
dolayı caddeden yukarı doğru yürümeye devam ediyoruz. Bu sırada gittiğimiz
yerler tamamen tesadüf ve rastlantı. Hiçbir yeri araştırmadan önümüze ne
gelirse oraya gidiyor, sora sora öğreniyor ve tamamen yürüyerek ilerliyorduk.
Arkadaşlarımdan Burak’ın tarihi asansörü görme fikri bize gayet uygun geldi ve
asansöre doğru yürümeye başladık. Yol üstünde karşılaştığımız insanlara sorarak
asansörün yerini öğrendik. Bir saate yakın bir zaman yürüdükten sonra dar
sokaklar ve eski taş evlerin bulunduğu, karanlık bir mahalleye girdik. Yaşlı
bir amcanın bize eşlik etmesiyle asansöre kadar geldik. Yüksek bir uçurumu bir
kule gibi örten bu asansör, 1907 yılında Musevi iş adamı "Nesim Levi (Bayraklıoğlu)"
tarafından yaptırılmış. Bu tarihi yapı, aşağıdaki Mithat Paşa Caddesi ile yukarıdaki Halil Fırat Paşa Caddesi‘ni birbirine
bağlıyor ve birinden diğerine 155 basamakla ulaşılan iki semt arasında hızlı ve
kolay ulaşım sağlıyor. Asansör günümüzde İzmir’in en güzel simgelerinden biri
olmuş durumda. Turistlik açıdan çok sayıda ziyaretçisi var. Eşsiz bir kent panoramasına
sahip Tarihi Asansör’ün Mithat Paşa’ya çıkan sokağı, ünlü gitarist ve oyuncu
Dario Moreno’nun yaşadığı sokak olması sebebiyle “Dario Moreno Sokağı” adını almış. Şanslıyız ki senede bir kez
yapılan ve Dario Moreno’yu anma etkinliğine rast geliyoruz. Sokak, başından
sonuna kadar insanlarla dolu. Bir tarafta şarkılar çalıyor, bir tarafta
lokmalar dökülüyor ve gelenlere ücretsiz dağıtılıyor.
Akşam olmuş
ve biz hala dinlenmemiştik. Ertesi sabah Selçuk’a gidip Efes’i göreceğimiz için
Dario Moreno sokağının biraz ilerisinde ki tramvay durağına gittik ve Alsancak
yönüne giden tramvaya bindik. Bir gece için kiraladığımız evimize geldiğimizde
saat 20.00 sıralarındaydı. Sabah ne yapacağımızı konuştuktan sonra hemen uyumak
üzere yataklarımıza çekildik.
Sabah 09.00
sularında kalkıp hızlıca hazırlandık. Evin anahtarını evi temizlemeye gelen
ablaya teslim ederek Alsancak tramvay durağına yürüdük. Fahrettin Altay yönüne
giden tramvaya binerek ilk önce Balçova da ki teleferiğe binecek oradan da
Selçuk’a gidecektik. Tramvayla yaklaşık 45 dakikalık bir yolculuk yaptıktan
sonra Fahrettin Altay durağında indik. Burada otobüse binip Balçova’ya gitmeden
önce durak önünde ki seyyar satıcı genç arkadaşla kısa bir sohbet edip birer
tene boyoz yedik. Ardından teleferik yönüne giden 167 numaralı otobüslere
binerek kısa bir yolculuktan sonra Türkiye Ekonomi Üniversitesi önündeki durakta
indik. Üniversitenin karşısındaki teleferik tesisine 9 TL karşılığında
girilebiliyor. Teleferik 700 metre yüksekliğe çıkıp Dede Dağı adında bir tepeye
varıyor. Teleferikten inip ormanlık ve birçok restoran bulunan bu tepede
gezebilir, Balçova’nın eşsiz manzarasına kendinizi bırakabilirsiniz.
Teleferikten
çıktıktan sonra otobüsle geldiğimiz durağa tekrar gidiyor ve Fahrettin Altay
metrosuna gitmek için dolmuşa biniyoruz. Metroyla uzun bir yolculuğumuz var.
Selçuk’a gitmek için Fahrettin Altay’dan Hilal’e, oradan başka bir metro
hattına binip Tepeköy’e, Tepeköy’den de yine bir aktarmayla Selçuk’a
varacaktık. Ancak biz Tepeköy’e geldiğimizde Selçuk’a gidecek olan trenin
kalkmasına yaklaşık bir saat vardı. Bizde bu süreyi Tepeköy’ü keşfetmeye
ayırdık. Tepeköy, İzmir’in ilçesi olan Torbalı’nın bir mahallesidir. Yerleşim
bölgesini tren rayları ortadan ikiye ayırarak devam ediyor. Tarım ve tarım
kadar yaygın olan bir sanayi bölgesi. Türkiye’nin birçok bölgesinden göç eden
insanların çalıştığı çok sayıda fabrika bulunuyor. Ama yine de küçük ve
mütevazı halini kaybetmemiş. Tepeköy de çok fazla bir yer gezemeden tren saati
geliyor ve biz hemen istasyona gidiyoruz. İzmir’in bütün raylı hatları hem
metro hem de tren istasyonu olarak kullanılıyor. Bu sebepten hem tren hem de
metro diye söyleniyor. Tepeköy’den iki durak sonra yaklaşık yarım saat kadar
bir süre de Selçuk’a varıyoruz. Buradan minibüslerle Efes’in olduğu yere
gideceğiz. İstasyondan çıktıktan sonra Selçuk çarşısının içine giriyor ve
gezerek on dakika sonra Selçuk otogarını buluyoruz. Buradan 3,5 TL karşılığında
kısa bir minibüs yolcuğu ile Efes’e ulaşıyoruz.
Girişte müze kart geçerli
olduğu için ücret ödemeden giriş yapılabiliyor. Çok yüksek boyutlara ulaşmış
çam ağaçları eşliğinde tarihi kente doğru ilerliyoruz. Devasa boyutlardan
oluşan taşlarla döşenmiş ve uzayıp giden Liman caddesine geldiğimizde nasıl bir
yere geldiğimizi yeniden düşünüyoruz.
Tarihi kentin içinde ve Liman caddesinin
üst tarafına düşen ağaçlık kısmın içinde bir Jandarma bölgesi var ama
görünmeyecek kadar kamufle edilmiş. Üstelik bir zamanlar limanıyla dünyanın
merkezi konumunu taşıyan Efes, zamanla biriken alüvyonlarla denizle arası
açılmış ve limanı kaybolmuş. Şehrin iç kesimlerine doğru ilerlediğimizde
görünenin aksine daha büyük ve daha gösterişli bir yerleşim yeriyle
karşılaşıyoruz. Tarihin en önemli kütüphanelerinden birini barındırdığını ve
kütüphane binasının ağır silueti karşısında hayranlığımı saklayamıyorum. Yüzyıllar
öncesinde bu tip yapıların yapılıp kullanılıyor olması akıl alır gibi değil. Kütüphanenin
hemen yanında Agoraya açılan ve yine kütüphane binası kadar gösterişli olan
Mazeus kapısı beliriyor. Bu kapının önünde fermanların okunup halka hitap
edildiğini yine kapıya monte edilmiş yazılı taşlarda okuyoruz.
Agorayı kısa bir
sürede gezip geri dönerek Kuretler caddesinden ilerliyoruz. Cadde boyunca
yerleşim yerleri, yamaç evlerini, Trajan çeşmesini ve heykelleri geçerek Herkül
kapısına varıyoruz. Ve bizi bir yokuş daha karşılıyor. Yokuş yukarı devam
ederken sağlı ve sollu Memmiyus anıtı, Domitian tapınağı, Pollio çeşmesi, “iki
bin yıl önce konser salonu” olarak kullanılan Odeon, sahne agorası ve Varius
hamamı ile karşılaşıyoruz.
Antik şehir 18.00 da kapanacağı için ve zaman
kaybetmeden her şeyi olabildiğince görüp aynı yoldan geri dönüyor ve Antik
tiyatroya çıkıyoruz. 20 bin kişinin üzerinde bir kapasiteye sahip olan bu
tiyatro da, çıkarılan her ses, tiyatronun her yerinden eşit şekilde duyuluyor. Mühendislik
harikası olarak görmek inanın fazla değil eksik kalır. Antik tiyatronun başka
bir özelliği ise şehrin en merkezi yerine kurulmuş olmasıdır. Liman caddesini,
Agorayı, kütüphaneyi ve Mazeus kapısını gören bir tepenin böyle bir yapıya
ayrılmış olması bana kalırsa -ki tarihte yazdığına göre- sosyal hayatın önemli
bir yerde tutulduğudur.
Antik tiyatrodan çıkarak Liman caddesinin yarısından patika
bir yola sapıyoruz. 17.30 da Selçuk’a giden son minibüsü de kaçırdığımız için
Meryem kilisesine doğru giderken hiç acele etmiyoruz. Meryem kilisesi kazıları
hala devam ediyor. Geniş bir alana yayılmış olan kilise dönemine göre çok büyük
bir öneme sahip olduğunu ilk görüşte anlamak zor değil. Kilisenin iç ön
duvarına bir mermer üzerine yazılmış yazıda “PAPA ALTINCI PAUL 26 TEMMUZ 1967
TARİHİNDE BURADA DUA ETMİŞTİR” yazıyor. İncil’de
adı geçen yedi kutsal kiliseden biri sayılan Efes Meryem Kilisesi, Hıristiyanlık
tarihinde önemli yere sahip olan iki konsilinin toplandığı yer olduğuna
inanılması sebebi ile Konsiller Kilisesi olarak da bilinir. Aynı zamanda Meryem
Kilisesi, İsa peygamberin annesi Hz. Meryem adına yapılmış ilk kilise. Yapılan
araştırmalara göre Meryem Kilisesi, büyük bir olasılıkla MS 2’nci yüzyılda
İmparator Hadrianus (Hadriyanus) devrinde inşa ettirilmiş. Özellikle MS 5’nci
yüzyılda ise kilise devasa bir katedral olacak şekilde genişletilmiştir. Bu kadar
geniş bir yer kaplamasının sebebi bu olsa gerek.
Antik kent saat 18.00 da ziyarete
kapanacağı için bizde biran önce bu tarihi bölgeden çıkıyor, son minibüsü
kaçırdığımız için taksiyle Selçuk’a dönüyoruz. Geldiğimiz yönden geri dönerek
Adnan Menderes Havaalanına gidecek oradan da İzmit’e döneceğiz.











Yorumlar
Yorum Gönder